Prof. Dr. Bayram Altan
İnsanlığın cehalet karanlıkları içinde kıvrandığı, hemen her türlü sapıklığın meşru kabul edildiği, kız çocuklarının acımasızca kızgın kumlara gömülerek diri diri ölüme mahkum edildiği bir dönemde Mekke’da doğup kainatı aydınlatan İslam Güneşi; insan idrakini aydınlatmış, cehalet karanlıklarını bir anda sıyırıvermiştir.
İslam güneşinin aydınlattığı insanlar; huzura ermiş, fakir, yetim, kimsesiz ve zayıflar sıkıntıdan kurtulmuş, mazlumların âhı dinmiş, kadınlar insanca yaşama hakkını elde etmiş, masum kız çocukları diri diri ölüme mahkum olmaktan kurtulmuştur.
İslam güneşi’nin dünya semasını aydınlatmasıyla insanlık için yeni bir ufuk ve yepyeni bir kurtuluş yolu açılmıştır.
Bu yolda kendilerini içinde bulundukları perişan halden kurtaracak ve insanca yaşamayı öğretecek olan son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)in Hak davetine muhatap olmuşlardır.
Bu davete icabet eden bahtiyar insanlar, huzura ermiş, dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşmuştur.
Bu davete icabet etmeyenler ise, her geçen gün cehalet ve küfür bataklığından kendilerini kurtaramamış, daha dünya hayatında bile cehennem hayatı yaşamışlardır.
Yalnız 15 asır öncesinin değil, asırlar boyu yeryüzüne gelmiş ve gelecek olan bütün insanların muhatap olduğu bu kutsal daveti daha yakından tanımamız gerekmez mi? Elbette gerekir.
Bugün bilenin de, bilmeyenin de üzerinde konuştuğu, okumadan âlim, yazmadan kâtip olanların bol olduğu bir fikir karmaşası dönemini yaşamaktayız.
Böylesi dönemler, günümüzde ve geçmişte olduğu gibi şüphesiz, gelecekte de olacaktır.
Dinamik bir akla sahip olan insanoğlunun bulunduğu her yerde bu gibi fikri spekülasyonlar eksik olmaz.
Yeter ki bu fikri görüş ve nazariyeleri en iyi bir şekilde doğruya kanalize edelim ve bunları yaşantımızda en güzel ve faydalı bir şekilde kullanabilelim.
İşte İslam Dini’nin gayesi budur!…
Yüce Rabbimiz, insanlar arasından seçtiği Peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği İlahi Kelamı ile, bu batıl inanış ve fikir karmaşalarına bir son vermiş ve o karmaşık inanış ve fikir sahiplerini faydalı ve güzel yola, kurtuluşa sevk etmektedir.
Bunun için de insanlığın hidayeti ve kurtuluşu için gönderilenİlahi Kelam’ı okumalı, her ayetini iyi anlamalı , derin derin tefekkür etmeli,emirlerini yerine getirmeli ve yasakladığı şeylerden de şiddetle kaçınmalıdır.
İnsanlara, Allah ve Resulü’nün emirlerine uymayı emreden ve saadet yollarını gösteren Kur’an-ı Kerim, yalnızca salim akıl sahiplerini muhatap almıştır. Çünkü yalnız akıllı insanlar, ilahi emir ve yasakları düşünür ve gereğini yerine getirir.
Akıllı olmayan insanlar, yani delileri kesinlikle sorumlu tutmamıştır.
“Bir konuda geniş, derin ve sistemli düşünme” anlamına gelen tefekkür (düşünme); erbabınca, “kalbin çırası, ruhun gıdası, bilginin ruhu ve İslami hayatın da kanı, canı ve ziyası” sayılmıştır.
İslam Dini, akıllı insanların Kur’an âyetlerini tefekkür etmelerini istiyor.
Çünkü tefekkür, eşyanın anlam ve kavramları arasında kalbin faaliyette bulunmasıdır.
Tefekkür, olaylardan ibret almanın ve çeşitli neticeler çıkarmanın rehberi, tecrübenin altın anahtarı ve realite ağaçlarının fideliğidir.
Tefekkür ve düşünceden marifet, marifetten tazim, tazimden de muhabbet doğar.
Tefekkür kalpte öyle bir nurdur ki; hayır ile şer, fayda ile zarar, güzel ile çirkin onunla görülür ve sezilir.
Tefekkür olmayınca kalp kararır ve ruh bunalıma girer.
Tefekkür, hikmet kuşunu avlamaya yarayan bir ağ sayılır.
Tefekkür sayesinde kâinat, okunan bir kitap haline gelir.
Müslüman Kur’an okuyup ayetlerini tefekkür edince ruhen kemal derecesine erişir.
Cenab-ı Hak, şöyle buyuruyor:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!(Al-i İmran Suresi, Ayet: 190-191)
Tefekkür, akllıca düşünerek çiçek çiçek marifet balı devşirmenin adıdır.
Onun için, bazen insanın bir saatini senelerce nafile ibadete denk getirir.
Tasavvuf ehline göre; iman kalbin canı, ibadet onun damarlarında akıp duran kanıdır.
Tefekkür, murakabe ve muhasebe ise, onun canlı kalmasının vazgeçilmez esasıdır.
Tefekkür, marifete ayrı bir değer kazandırır.
Tefekkürde zikir ile birlikte iki şey daha bulunur:
1-Marifetin kuvvetlenmesi.
2-Muhabbetin artması.
Çünkü tefekkür, keşif ve marifetin anahtarıdır. Kalp ise, saygı gördüğü kişinin muhabbet kaynağıdır.
Allah’ın azameti, O’nun sıfatları, kudreti ve akılları hayrette bırakan yarattıkları ilim ve tefekkürle bilinir.
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
“Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sayesinde gürleşip birbirine girer. Nihayet yeryüzü ziynetini takınıp (rengârenk) süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz ona emrimiz (afetimiz) gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden koparılarak biçilmiş bir hale getiririz. İşte iyi düşünecek kavimler için ayetlerimizi böyle açıklıyoruz.”(Yunus Suresi, Ayet: 24)
“Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O’dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır.”(Ra’d Suresi, Ayet: 3)
“Gökten suyu indiren O’dur. Ondan size hem içecek vardır, hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler. (Allah) su sayesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. İşte bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır. O geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah’ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır.” (Nahl Suresi, Ayet: 11-12-13)
Hz. Ali (r.a.) bu konuda şöyle diyor:
“Tefekkürü olmayan susma, unutkanlık ve dalgınlıktır.”
Zinnun-i Mısri ise şöyle diyor:
“İbadetin anahtarı tefekkürdür. İsabetli yolda olmanın alameti ise heves ve nefsin aarzularına muhalefet etmektir. “
Lokman Hekim tek başına ve uzun uzun düşünürdü.
Dostları kendisine uğrar ve:
“ –Yalnız niye oturuyorsun, toplum arasına karışıp onlarla kaynaşman daha iyi olmaz mı?Deyince, Lokman Hekim:
–Yalnızlık, tefekkür için daha uygundur. Çünkü tefekkür, insanı cennete ulaştırır.” cevabını verirdi.
Sevgili gençler!… kainata bir göz atıp tefekküre dalınca, yaratılmış olan şeylerin hepsinin yaratılış gayesine uygun hareket ederek yeryüzünün halifesi olan “İnsan” a hizmet ettiklerini görürüz.
İnsanın beş duyu organına dikkatle bakması, onları tek tek incelemesi, durmadan dinlenmeden çalışan ve günde 100 bin defa atan, yine günde 10 ton kanı pompalayan kalbini dinlemesi, parmak uçlarına nakşedilen izleri tetkik etmesi, 13 saniye gibi kısa bir zamanda binlerce metreye ulaşan damarlarımızı dolaşan kanın akışını tefekkür etmesi bile insanı, ister istemez Allah’ın yüce kuvvet ve azameti karşısında acziyetini idrak ettirerek secdelere kapanmasına neden olur.
Nefes alıp vermemizi sağlayan akciğerin görevlerini, ayrıca karaciğeri, karaciğeri besleyen Vena Porta’da bulunan bir borudan aralarında manevi bir engel olduğu için birbirlerine karışmadan bir nehir gibi akıp giden genlerin harika görünümlerini; almış olduğumuz besin maddelerinin ağız değirmeninde ıslatılıp iyice ezildikten sonra kana karışmasını…vs. düşünen akıllı bir insan, ister istemez kendine şu soruyu sorar:
- Ben kimim ve niçin yaratıldım?
İnsanın incelemesi, araştırması, öğrenmesi ve tefekkür etmesi neticesinde kendi kendini tanıması ve niçin yaratıldığını idrak etmesi sıradan bir konu değildir. Bu sorunun cevabını tam olarak bilen bir insan, ebedi saadet ve bahtiyarlığa ermiş demektir.